27 Aralık, 2015

'Mehmet'i Sakatlayan Serçe Parmağı', Sarı Oda ve Dolunay

'Mehmet'ler Onu bulmalıdırlar.'

Herhangi bir Güray Süngü kitabı okuduktan sonra okuduğum 2-3 kitaba üzülüyorum. 'iyi' olmaları yetmiyor çünkü; o karakter sahiciliğini, hikayelerindeki hakikati bir sonraki kitaplarda aynı derecede bulamıyorum. Bu sefer de olan, hemen ardından okuduğum Aykut Ertuğrul'a oldu ne yazık ki...

İyi bir kitap okuduktan sonra oluşan benzersiz hislerden biri: dünya ile bağlantımızın kesilmesi, özellikle daha sonraki gün ve haftalara kitabın etkisinin devam edişi, yaşayışı tarif edilemez bir zevk veriyor. Ben Ayhan ile Mehmet'in farklı hikayelerin ve kitapların kahramanları olsalar da aynı mahallelerde oturduklarını düşünmeye başladım. Bunların yanında yazarın insana yaralarını sevdirmesi de yok mu.Yaraların bu kadar içten ve yalın anlatımı ender bir özellik. Dilin sahici olabilmesi için fazlalıklarından arındırılmış olması gerekiyor ve bunun çok zor olduğunu düşünüyorum. Gündelik yaşamın içerisinde mekanikleşen varlıklara, yani bizlere insan olduğumuzu hatırlatıyor. Diyor ki dur bak: burada sahici ve insana has durumlar, duygular ve düşünceler var sende de olan, olması ve yaşaması gereken. Mehmet'in hikayesi de böyle.

Hiç kapanmayacak koskoca ve karanlık yaraların herkeste olduğunu anlatıyor. Hayatlarımızın ortak paydası bu mu?. Pay ise küçücük, kendimiz. Kocaman hayata bölünüyoruz çaresizce, baş edemeyeceğimiz bu kadar ortadayken. Varlığımızı tanımaya adım attığımız, dolayısı ile insanlaştığımız anların olmasını sağlıyor bu kitaplar. Hani anlar vardır birinin yüzünde bir duygu veya düşüncesini yakaladığınız ve ne olduğunu anladığınız, o anlar gibi. Bize ait tüm bu halleri bu kadar yalın ifade edebilen yazarları kıskanmamak elde değil.

Mehmet'i sakatlayan serçe parmağı'nda farklı olarak, günlük sayfalarına da yer verilmiş, samimiyetini kat kat arttırmış, güzel buldum. Günlük tutmak önemli, ancak toplumumuzda genelde bir miktar küçümsenen bir alışkanlık. İnsanın aradan onca zaman geçtikten, o anlardan uzaklaştıktan sonra daha 'yakından' bakabilmesini sağlıyor. Seyahat notları gibidir günlük tutmak, bireysel yolculuğumuzun küçük notları. Geri dönüp okunduğunda tekrar o 'yerlere' seyahat etmeyi sağlayan.

Herkes yaralı serçe parmağına sahip çıksın, sonraki açılan tüm yaralar onun üzerine ekleniyor. Bir de yazarın dediği gibi:' Herkesin bir serçesi olsun inşallah'. Okuyunuz.

'Burası o sokaklardandı. Kimsenin yaşamadığı. Herkesin öldüğü. Ölmenin bir süreç olduğu. O sürece hayat dendiği.'

'..korkarım kendime bir kötülük dokunmasından, çünkü yalnızlık akdim korudu beni, yağmurun açacağı yaralardan.'

'Okulda okunmaz derdi zaten babası. Okulda etiketlenirsin. Damga yani. O damgaya bakıp seni işe falan alırlar, para verirler.'

'Bugün sabah ezanını dinledim. Çok güzeldi. Başka bir yolu olmalı.'

'..rabbim bizi dosdoğru yola ilet, rabbim yoluna çöreklenmiş oturanlar var, rabbim bizi dosdoğru, buradan doğru gidersen karşına çıkacak, zaten hemen tanırsın, kocaman bir yapı meydan filan var, yazıyor zaten kocaman, kime sorsan gösterir, kime sorsam, herkese sordum, kimse göstermiyor...'




31 Mayıs, 2014

Borgman Bela

Tam baş belası bir film. İzlerken insanı deli eden ama çok büyük bir merak ile izlemeyi bırakmanın mümkün olmadığı filmler vardır, bunlardan bazıları oldukça durağan ve anlaşılmaz bile olabilir hatta. Bu film de onlardan biri. Normal olmadığını barındırdığı bir çok sahneden anlamak mümkün.

Filmi genel olarak çok beğendiysem de anlamanın zor olduğunu kabul ediyorum, tam olarak anlayamamış olduğumu düşünüyorum. İzlerken hissettiklerim ve filmin bende bıraktıklarını yazmama engel değil tabi bu.



Yer altında yaşayan bir kaç insanın keşfedilmesi ve yerlerinden ayrılmaları ile başlıyor film. İçlerinden biri duş alabilmek için tanımadığı insanların evlerinin kapılarını çalmaya başlıyor. Evler oldukça modern ve zengin insanların oturduğu bir muhit. Kimse duş almak isteyen bu yabancıyı evine almak istemiyor normal olarak. (Filmde bir tek bu normaldi sanırım:)) 



Bu yabancı evine uğradığı adamın birine karısını tanıdığını iddia ederek dayak da yiyor üstelik. Sonra evin hanımı bir şekilde merhametinden dolayı ayarlayarak bu yabancıyı evine alıyor ve kocasından saklayarak epey bir zaman bahçelerindeki kulübede kalmasını sağlıyor. Burada aklıma hemen Bin Jip filmi geldi. Orada da evli bir kadın kocasından gizli eve aldığı sevgilisini kocasına fark ettirmeden evde yaşamasını sağlıyordu. Buradan sonra film giderek anormalleşiyor ve her biri bir şeyleri sembollediğini düşündüğüm olay ve kişiler ile devam ediyor. 

Oldukça modern ve lüks yaşam şartlarına sahip bu karı koca, üç çocukları ve bakıcısı ile cennet gibi bir hayatı temsil ediyorlar. Yabancı ve diğer yer altında yaşayan arkadaşları, evdeki bahçıvanı öldürüp onun yerine geçiyor ve eve yerleşiyorlar. Yaşanan olaylar neticesinde filmin sonunda aile dağılıyor. Burada kadının bahçıvan ile birlikte olmak kocasını öldürmek istemesikocasına yönelik gördüğü kabuslar çok ilginç bir şekilde bağlanmış. İnsanın bitmek bilmeyen istekleri, içindeki anlamsız boşluğu doldurmak konusunda başarısız olması ve 'günahlar' çukuruna düşmesini temsil eden bir sürü olay yaşanıyor. Kadının gördüğü kabuslar esnasında bu yabancının (sonradan bahçıvan oluyor) çıplak bir şekilde kadının üzerinde oturması ve uyandığında kaybolması da aklıma yıllarca karabasan diye bildiğim ama uyku felci olduğunu öğrendiğim durumu getirdi. Hep aynı kabusu görmenin zorluğunu biliyorum o yüzden filmin bu kısımları ile fazlasıyla empati yapabildim. Tüm bunların dışında filmin satır aralarında modern hayat ve insan eleştirisini yaptığını düşünmüş olsam da film bittikten sonra bütününü değerlendirdiğimde doğru gelmedi bu düşünce. Modern dünya ve insan eleştirisi yerine bu eleştirilere karşı daha çok bir umursamazlık ve yer yer dalga geçmelerin olduğunu düşünüyorum. Ayrıca eve yerleşen bu yabancı ve arkadaşlarının çocukları alıp, filmin sonunda evi terk etmeleri başta onların birer kurtarıcı olduğunu düşündürse de, sonradan onları kullanacakları ve o evde yaptıklarını başka evlerde de yapacaklarını düşündürttü. Şeytan ile eşleştirdim. Şeytan da çok yalnızdı, yapacak çok işi vardı ve yardımcılar gerekiyordu. Cennet ortamından çıkan çocuklar, dünyaya doğru şeytan ile birlikte yol aldılar.





Fazla spoiler vermeden yazmaya çalıştım. Film bundan çok daha fazlasını barındırıyor. Özetle izlenmesi gereken bir film.





08 Aralık, 2013

Deli Gömleği


Bazı yazarlar okuyucularının kafasında bir 'algılayış yolu' açarlar kitaplarıyla, okur daha sonraları açılan o yolda farklı yazarların kitaplarını okuyarak devam eder. Bir müddet devam eden bu yolculuk daha sonra farklı bir yazarın, yeni bir algılayış yolu açması ile devam eder. Güray Süngü de benim için bu yolu açan yazarlardan biri. Ne yazık, tüm kitaplarını okumuş olduğum için yeni kitabını çıkarmasını beklemek zorundayım artık.

İlk öykü kitabı olan 'Deli Gömleği' yine yazarın tarzında yazılmış, 12 adet öyküden oluşuyor. Öne çıkan öykü başlıkları: Kaçacak Yer Yok, Sizi Görmeliydim, Umudumsunuz, Yaşayabilmek ve Deli Gömleği. Öykülerin tamamında karakterler gerçek yaşamda sık rastlanması söz konusu olmayan, buna rağmen oldukça gerçekçi ve içe dönükler. Sanırım yazarın en sevdiğim yönlerinden biri; karakterlerin iç seslere tüm öykü ve romanlarında oldukça fazlaca yer vermesidir.

'Kaçacak Yer Yok' adlı öyküsünde yazar, sıradan bir işte çalışan ve normal bir hayatı olan bir karakterin iş yerinde ansızın bir iş arkadaşının intihar etmesi sonucunda her zaman bir tatil köyüne gitmek isteyen eşini, köylerine gitmeye ikna etmesi ve yaşamlarına orada devam etmelerini anlatıyor. Kar yağışının yolları kapatmasının etkisiyle orada mahsur kalıyorlar ama mahsur kalmasalar da adamın o hayata ve işe geri dönmeye isteği olmayışını orada kışı çıkarabilecek kadar yiyecek almasından anlıyoruz. Yazar, bu öyküde iş arkadaşının intihar etmeden önce sorduğu 'Sıkılmıyor musun?' sorusunun etkisinde kalarak bir aydınlanma yaşayan karakterin, tüm hayatını tekrar ele alarak sorgulamasını akabinde karar alarak her şeyi yeniden şekillendirmesini anlatıyor.

'Sizi Görmeliydim' öyküsünde ana karakterin içtenliği, yaşlı bir teyzenin yanında kalarak üniversiteye gidip gelmesi, okulda hiç bir gruba ve çevreye ait olmayışı ve sade hayatı o kadar güzel tasvir edilmişti ki, karakterin bu şehirde herhangi bir yerde yaşadığına inanmak istedim. Hayal ettim.

'Etkinliğimi yitirdim. Ne uğruna. Bir kızın gözleri ne kadar yeşil olabilir? Yakışıyor mu sana? Biraz düzgün bir adam olsam yakışabilirdi ama tam emin değilim. Eğreti durdu. Hatta durmadı, kayıp gitti üzerimden.'

'Yağlı bir kurşunu bekliyordur baş, eğer dinmiyorsa sızısı, ne güzel cümle.'

'Havanın aydınlanmasına ne kadar var? Karanlık ürkütüyor. İnsana sahipsizliğini hatırlatıyor. Yalnızlığı...Yumdu gözlerini. Uyku; geniş ve derin ve sıcak sığınak.'

'Hayatımız, ilk iş görüşmemizde içimizde duyduğumuz heyecanı korkuyla karıştıracak tecrübe yoksunluğuna sebep olacak sığlıklarla doludur.'

Kitap içinde en sevdiğim öykü olan 'Yaşayabilmek' de karakter her gün evde olmasına ve tüm günleri birbirinin aynısı olmasına rağmen inatla günlük tutmaya devam eder, hiç dışarı çıkmaz, yıllardır da çıkmamıştır zaten. Yine evine sürekli gelen ve günlüklerini okuyan arkadaşının sorduğu bir soru üzerine aydınlanma yaşayarak, neden ve nasıl günlük tutmaya başladığını hatırlar. Güray Süngü kitaplarında aniden yaşanan aydınlanmalar çok yaygın ve inandırıcıdır. Arkadaşı soru sorar ve gider, soruyla baş başa kalan karakterin hayatında çok büyük değişiklikler olur ve aslında yaşayabilmek için günlük tutmaya başladığını hatırlar.

'Bana bu soruyu yöneltip belki de darılarak çıkıp gitmişlerdi. Şimdi o sorun dedikleri şey ne durumdaydı, kendilerine etkisi neydi? Kendi hayatlarını yaşıyorlardı şimdi. Bense delirmek üzereydim, bana gelip hayatımı alt üst edecek bir şey sormuşlar ve sonra darılıp hayatlarına geri dönmüşlerdi.'

'Umudum olmadığı için ne aşkı ne acıyı anlatamıyorum. Geriye teknik ve bir de çiçekler, böcekler kalıyor. Bu da beni öldürüyor. Seni ne öldürdü Deniz? Aşk ve acıyla yoğrulmuş kelimelerin vardı da onları mı yitirdin sen de?'

'Beni zengin kıldılar onu anlattığım kelimeler sebebiyle. Sevmedim zenginliği. Daha çok kelime, daha çok acı, daha çok umut.'

Steril hayatlar yaşamayı reddeden fakat bunu adi bir asilik veya farklılık hevesi adına yapmayan, genç olsun yaşlı olsun yüksek olgunlukta, riyakar olmayan ve toplumdan farklı karakterleri oluşturduğu için seviyorum Güray Süngü kitaplarını.








27 Ekim, 2013

İşgal Kadınları

Yıldız Ramazanoğlu'nun daha önce 'Derin Siyah' adlı öykü kitabını okumuştum, oldukça hoşuma gitmişti. İşgal Kadınları ise kadın sorunları hakkında yaklaşık bir sene önce yayınlanmış bir deneme kitabı.

Kitap bize gösterilenlerin ardında yatan gerçeklerden yola çıkarak yazıldığı için çok önemli konularda aynı derecede önemli ve ciddi tespitlerde bulunuyor. Dört ana başlıktan oluşan kitap emperyalist feminizm ile başlayarak, mevcut kadın sorunları üzerinden günümüzde kadınlar tarafından yapılan sosyolojik araştırmalara ve değerli fikirlere de yer vererek, farklı eleştiri noktaları oluşturuyor.

Geri kalmış müslüman ülkeleri demokrasi götürmek veya medeniyet seviyesini, refahı yükseltmek amaçlı işgal eden batılı ülkelerde bulunan kadınların, işgal edilen ülkelerdeki kadınların hayatları hakkında fikir beyan etmeleri, nasıl yaşayacaklarını tepeden bakan üslup ile dikte etmeleri, her şeyden önce bunu orada yaşayan kadınların hayatını iyileştirmek adına yaptıklarını belirterek, nasıl bir çelişkide olduklarına dair çok objektif bir bakış açısı sunuyor kitap. Batılı kadınların feminizm kariyerlerinde bir nesne olmaktan ileri gitmeyen, daha fazla önemi olmayan bu üçüncü dünya ülkelerinde yaşayan kadın hayatları, acımasızca ve çözüm bulma amacı bulunmaksızın irdeleniyor. Bu kısımdaki fikirlerini katıldığı ve izlediği uluslararası kadın örgütlerinin konferanslarından, farklı ülkelerden katılımcıların fikirlerinden ve makalelerden aldığı yardımlar ile güzel ve gerçekçi bir şekilde sağlam bir temele oturtuyor Ramazanoğlu. Sonuç olarak batılı ülkeler demokrasi ve eşitlikten bahsederek işgal etmeden önce ağır eleştirilerde bulundukları ülkelerdeki kadın hayatlarını iddia ettikleri gibi daha iyiye götürmüyorlar, aksine istenmeyen bir sürü olayın ve şiddetin yaşanmasına sebep oluyorlar.


Bunların yanı sıra feminizm hakkındaki eleştirel bakış açısını gerekçeli bir şekilde ortaya koyduktan sonra İslam dünyasının da feminizme karşı mesafeli duruşunun nedenlerini şöyle özetliyor: ' Feminizm Batı'nın hegemonik dilinden bağımsız bir seyir izleyemedi ve bu aşağı ırklar, aşağı kültürler tezine kadın perspektifinden katkı sağlayan, üsttenci bir dilde 'öteki' kadınları kurtarılacak nesneler olarak gören bir tutum geliştirdi.' Günümüzde hiç bir grup artık tam olarak homojen değil, farklı fikirler her zaman görülebiliyor. Bu feminizm için de geçerli, bu konuda yazar emperyalist feminizm ile arasına mesafe koyan feminist grupların da varlığına değinmeden geçmiyor.

Türkiye'deki kadın sorununa gelince; uzun yıllar boyunca kendini doğuştan imtiyazlı üstün ve beyaz ırk gibi tanımlayan 'elit' küçük bir kesimin muhafazakar kadınları eski kafalı ve gerici olarak göstermeleri neticesinde oluşan psikolojik şiddetin yanı sıra, kendini dindar olarak adlandıran erkeklerin muhafazakar kadınları evlerine hapsetmeleri ve bunu din adına yapmaları neticesinde oluşan şiddet neticesinde uzun bir dönem boyunca kadınların hayatları ciddi şekilde zarar gördü. 'Bütün bu tanımlama şiddetinin ana kaynağı devlet eliyle yeni bir toplum yaratma azmindeki yönetici elitlerdi. Başörtülü kadının muteber olmadığı bütün topluma yukarıdan dikte edildi. Hoş görülmeyi hak edenler sadece tarlasında çalışan, evinde oturan, hiç bir toplumsal talebi, iddiası olmayan baş örtülü kadınlardı. Seçilme hakları bile yoktu bu ülke kadınlarının %64'ünün ama bu, kadın haklarıyla uğraşan hiç bir örgütün meselesi değildi.'
'Devlet eliyle kurumlar ve eğitim sistemleriyle norm olarak ortaya konan stereotip insan profilleri o kadar belirgin bir şekilde çizilmiş, tarif edilmişti ki bunun dışına çıkanlar öteki olarak etiketlenip aşağılandı.'

Dindar kesimin bir kısmının (özellikle erkeklerin) kadını eve hapseden ve onu toplumsal hayattan çıkarma amaçlı söylemleri de yukarıda bahsedilen şiddete eklenmesi gerçekleşti. Bu şekilde kadınların eğitim ve iş hayatında yer almaları dini gerekçeler ile de bir kesim tarafından engellendi. İçe dönük bir şekilde, evinde, kapalı bir şekilde yaşayan kadınların topluma karışması, dışarıda kendi işini görmesi, sorunlarını çözmesi oldukça zordu. Tüm bu kısıtlamaların bir kesimin erkeklerinin oldukça işine geldiğini görmemek mümkün değil. Hatta entellektüel birikimi olan, bu birikimini toplumu değiştirme, eğitme hurafelerden arındırma amaçlı kullanan muhafazakar kadınlar dindar erkekler tarafından sürekli olarak eleştirildi, din açısından zayıf gösterildi. Bu konuda neyse ki farklı düşünen bir çok aydın müslüman da bulunuyor. örneğin Ali Şeriati'nin bu konuya bakışı: 'Ömrünü dört duvar arasında geçirmiş, topluma ve bireylere müdahale hakkını ve gücünü yitirmiş, konuşma hakkı yok edilmiş bir kadın, toplum denizinde sadece boğulur.' 

Günümüzde kadın meselesinin başka bir boyutu da; iş dünyası ve modern toplum içinde eriyip giden, herhangi bir konuda fikri bulunmayan, tek derdi modayı ve indirimleri takip etmek olan, sorunlar karşısında tahammülsüz, süs bebeklerinin sayılarının oldukça çoğalması. Bunun yanında çözüm üreten, aklını kullanan, seküler yaşama değer vermekten kaçınan, fedakar olan kadınların sayısının giderek azalması. Yine Şeriati'nin rüyasındaki, topluma rol model olabilecek erkek ve kadın düşüncesinden güzel bir alıntı yapmak gerekiyor bu noktada: 'Erkek çok iyi, kadın çok fedakar, birlikte çay içiyorlar, yazıyorlar, kitap okuyorlar ve konuşmalar dinliyorlar. Çocuklarıyla birlikte tek tek ilgileniyorlar, başka işlerle uğraşırken bile bir an birbirlerinden gafil olmuyorlar.'

Kadın sorunundan bahsederken moderniteye ve modernitenin kostüm modernliğine indirgenmesi sorununa değinilmeden geçilmesi mümkün değil. Özellikle İslam ülkelerinde yaşayan kadınlar için. Bu gerçekliğin temel nedeni modernite ile dindarlığın zıt olgularmış gibi gösterilmeye çalışılması. Bu sorun da tüm sorunlar gibi tek taraflı değil; hem bunu böyle göstermeye çalışanlardan, hem de dindar kesimin dini yaşamı da kapsayan bir modernite olgusu oluşturulamamasından kaynaklanıyor.

Sonuç olarak tüm dünyada kadınlar direk veya indirek olarak bir bedene indirgenerek bir anlamda 'aşağılanmaya' devam ediyorlar. İnsanlığın aşkın hedeflerine ulaşmayı amaçlayan bireylerin kadın veya erkek, bir uyanışa ihtiyaçları olduğu kesin.

Okumaya gerçekten değen, objektif bir kitaptı.




23 Ekim, 2013

Dar Kapı

Ne çok içerik vadediyor ismi kitabın!

Hangi kitap olduğunu şimdi tam olarak hatırlamıyorum ama bir tanesinin içerisinde tavsiye edilen bir kitap olarak geçiyordu Andre Gide'nin 'Dar Kapı' adlı eseri. Bir gün içerisinde okuduğum bir kitap oldu ve bazı diğer Nobel ödüllü kitaplar gibi çok 'yavan' bir kitap olarak hatırlayacağım kendisini.

Birbirine aşık olan iki kuzenin hikayesinden yola çıkıyor kitap, seneler geçiyor ve birbirlerine olan duygularını ailesi ve yakın çevresi de öğreniyor. Çevre de dahil olmak üzere herkes nişanlanmalarını bekliyor fakat yıllar geçtiği halde böyle bir şey gerçekleşmiyor. Seneler boyunca tatillerde görüşüp, diğer zamanlarda mektuplaşıyorlar. Her ikisi de çok dindarlar, dindarlıklarının etkisi biraz da beklendiği şekilde ilişkilerini 'olumsuz' etkiliyor.

Kurgu olarak kitap çok dolu değilken, bir okuyucu olarak maddi olan aşktan, yani iki insanın birbirine karşı olan aşkını maddi olarak adlandırıyorum; manevi olan aşka geçişin dolu bir öyküsünü bekliyordum. Ya da maddi, manevi aşk arasında gidip gelen insanoğlunun çıkmazının anlatılması da kitabı doluluk açısından kurtarabilirdi, doğrusu bu kısımları da zayıftı kitabın. Kurgunun altının maneviyatla ve edebiyatla doldurulması gibi bir beklentimin sonunda boşa çıktığını, daha doğrusu kurgunun kabaca verilip, buna eşlik etmesi gereken duyguların okuyucu tarafından oluşturulmasının beklendiğini gördüm.

Bahsettiğim bu iki aşk çeşidi arasında yaşanan, özellikle kızın yaşadığı gel-gitlerin yansıtılışı çok teorik ve kuru geldi. Erkek tarafından bu gel-gitlerin de baştan saflık ve umut dolu karışım içeren duygularla karşılanması daha sonra yerini sinir harbine ve en sonunda her şeyin anlaşılmasına bıraksa da, kitap bir okuyucu olarak beni bu noktalarda hikaye akıcı olmasına rağmen gerdi. Kitaplar tabi ki her türden okuyucunun beklentilerini karşılamak zorunda değildir ve bu kitapta çok derin duygular bulabilen veya çıkarımlar yapabilenler vardır diye düşünüyorum.

Kızın hasta olup, kimseye haber vermeden bir hastaneye ameliyat olmayı da geciktirerek, bilerek 'ölüme gitmesi', sonrasında kız kardeşinin ona ait olan günlükleri kuzenine göndermesi gereksiz ve abartı bir duygusallık katmış kitaba. Bu anlamda 'son' kısmında da beklenti bir nebze dahi karşılanmıyor.

Genellikle çok sevdiğim veya okumaya değer bulduğum kitapları yazıyorum fakat fikrine önem verdiğim yazar veya kişilerden gelen tavsiye kitaplardan, beğenmediğim olduysa bunlar hakkında da yazmayı tercih ediyorum. Bu da bu türde bir kitaptı.



18 Ekim, 2013

Dağınık Dünyalar, Duygular...

Cihan Aktaş’ın ilk defa bir öykü kitabını okudum. Farklı özelliklere sahip ve toplumun farklı gruplarına mensup kadınların hayatlarından kesitler sunan, sahici öykülerden oluşmuş samimi bir kitap, 'Acı Çekmiş Yüzünde'. Toplamda sekiz adet öyküden benim için öne çıkan 'Dağınık Dünya' ile 'Şemsiye Altında' oldu.

'Dağınık Dünya' adlı öyküde okumuş, mesleğini yapmayan ev hanımı olan bir kadının hayatı ele alınmış. Tam da benzemek istemediği, belki de okuyarak kurtulmak istediği ev hanımlığını yapmakta, eksik kalan bir takım şeyler nedeniyle de hayatında bir türlü rayına sokamadığı dağınık dünyası ve duyguları yakından incelenmiş.
'Çok şey yapmak istemiş ama sonunda bir zamanlar acıma, küçümseme, kayıtsızlık, korku duygularıyla baktığımız kadınlar gibi tüketimi, alış verişini iş edinen ev kadınları olmaktan kurtulamamıştık işte.. Yıllarca ev kadınlarının tuksaklığına karşı çıkmış, kozmetik firmalarına savaş açmış, İranlı devrimci kadınlar ile birlikte kozmetik şişelerini devirmiş, mitinglere katılmış, moda dergilerini, vitrinleri hayatımızdan uzaklaştırmıştık. Sonra gördük ki erkeklerin nasıl da tutulduğuna anlam veremediğimiz o bir örnek civciv sarısı saçlı, porselen dişli alaturka şarkıcıları model edinen ev kadınlarıyla aynı safta değerlendiriliyoruz.'

Samimi olmasını kültürümüzde ve sosyal hayatımızda bilinen bazı durumları yalın bir dil kullanarak aktarmasına, gerçekçi olmasını ise yazarın önce insan, sonra kadın bakış açısını kullanarak yapmış olduğu gözlemleri abartmadan ve dramatize etmeden aktarmasına bağlayabiliriz. Öykülerdeki her kadının sosyolojik olarak ait olduğu grup, konum ve dolayısı ile öyküsü farklı olsa da; tanıdık duyguları sanki bir akrabamızın veya yakınımızın ağzından kendi hikayesini dinlerken olduğu gibi yakalayabiliyoruz.

Kişilerin kendi hayatına dair umduklarını bulamama ve düşündüklerini gerçekleştirememelerinin yanında, hayatın getirdiği daha farklı zorluklar ile baş edebilme stresinin insan omuzlarına yüklenmesi ve tüm bunlara büyük ölçüde 'yalnız' başına katlanmak zorunda olmak gibi konular öykülere hakim. Öykülerdeki kadınların etrafında ya eşleri, ya aileleri, ya da hepsi birden bulunuyor olsa da hepsinde baştan sona bir yalnız olma hali alt metin olarak yer alıyor. Belki de bu nedenle o derece gerçekçi öyküler. 

Nedense bu öyküleri okurken aklımda hep bu şarkı vardı, geri planda çalan...



24 Eylül, 2013

Dünyayı Güzelleştirmek

Kitabın tam başlığı ‘Dünyayı Güzelleştirmek- Turgut Cansever ile Konuşmalar. Turgut Cansever adını çok duyduğum, ünlü bir mimar. Aynı zamanda edebiyat, sanatın farklı alanları ile çok yakından ilgilenen, dünyayı güzelleştirmek için çaba harcayan tüm bunları gerçekleştirirken içinde bulunduğu toplumun ihtiyaçlarını ve kültürünü bir şekilde yaptıklarına yansıtma gayretinde olan bir insan. Beşir Ayvazoğlu’nun kendisi ile yaptığı söyleşiler birkaç bölüm halinde bu kitap içinde toplanmış.

Kültürel değerlerimiz, Osmanlı mimarisi, Osmanlı döneminden Cumhuriyet dönemine geçiş sırasında yaşanılan siyasal ve toplumsal gelişmelerin şehir hayatına ve mimariye olan yansımaları  şehr-i İstanbul'dan örnekler de vererek çok güzel bir şekilde anlatılmış. Özellikle de kitap soru-cevap şeklinde ilerlediğinden de oldukça akıcı.

Kitapta İstanbul'un ilk olarak 1930-40'lı yıllarda tahrip edilmeye başlandığına değiniliyor. Boğaziçi'ndeki yalılar yıkılarak, sahil yollarının önemli bir kısmı açılıyor. Dönemin valisi ise Lütfi Kırdar. O dönemlerdeki siyaset adamlarının hem vizyonsuz olmaları, hem de konu hakkında değerli görüşler belirten ve kültürel mirasa sahip çıkmak isteyen bilir kişilerin fikirlerine çok fazla değer verilmemesi sonucunda katliama varan boyutlarda tarihi binalar yok edilmeye başlanıyor. Sahil şeridi boyunca çok değerli yalı ve sarayların farklı amaçlar için tahrip edilmesi ile başlayan bu süreçte, geri kalan yalıların sayıca çok az olduğundan üzüntü içerisinde bahseden Cansever, geçtiğimiz aylarda ülke gündemini oldukça meşgul eden Gezi Parkı hakkında da şunları söylüyor: 'Taksim kışlası , muhteşem bir müze, muhteşem bir kültür merkezi olarak restore edilebilecekken yıkılıp Prost'un planlarına göre o anlamsız yeşil alana dönüştürüldü. Aynı şey diğer kışlaların da başına geldi.'

Şehir planlaması ve ekonomik çözümler hakkında dikkat edilmesi gereken hassas noktalar hakkında da, inşaat mühendisi veya mimar olmayanlar için de geniş bir bakış açısı kazandıracak örnekler ile konulara değinilmiş.

Tabi ki günümüzde yaşadığımız çevre, içinde bulunduğumuz şehir, yerleşim yapımız ve bunların toplamının insan yaşamına ve ihtiyaçlarını karşılaması konusuna olan etkisi de çok kez değinilen bir konu. Burada Cansever toplu konutların, çok katlı ve birbirine benzeyen yapıların hem ailelerin ve bireylerin birbirleri ile tamamen olmayan ihtiyaçlarının giderilmesi noktasında sorun yaratacağına değiniyor, hem de yüksek binaların aslında yerden tasarruf etme kaygısı ile yapılmaları esnasında başka önemli noktaların gözden kaçırılmasına sebep olduğunu vurguluyor. Sürekli tartışılan konulardan biri; yüksek apartmanlarda mı, yoksa 2-3 katlı evlerde mi yaşamalı? Yüksek apartmanlar sayıca daha fazla insanı daha küçük bir alana toplayabiliyorken, bu apartmanların nefes alabilmesi, her birinin güneşten etkili bir biçimde faydalanabilmesi için aralarında olmaları gereken zorunlu mesafe göz önüne alındığında 2-3 katlı binalarda yaşamak daha mantıklı bir çözüm oluyor şeklinde görüşünü belirtmiş Cansever.

Farklı konular hakkında yapılan okumalar insana hem soluk aldırıyor, hem de bakış açısını genişleterek farklı alanlara karşı da ilgi oluşturmasını sağlıyor.

İyi okumalar...



16 Eylül, 2013

Taşları Yemek Yasak

Bazı kitapların isimlerine karşı insan gerçekten kayıtsız kalamıyor, hele bu isimler arka kapak yazısı ile birlikte çok şey vaat ediyorsa, almamak ve okumamak mümkün değil.

Kitabın isminden bahsetmişken nereden geldiğini de kitabın sonunda yer alan bir hikayeden özet yaparakaktarabilirim. Ormanda yürürken karşılaşılan 'Taşları Yemek Yasak' tabelası karşısında insan şöyle düşünebilir: böyle bir uyarı yazısı ne kadar da gereksiz olmuş, insanoğlu zaten taş yemez, buna ihtiyacı da yoktur. Fakat insanlık arasında bazı davranışlar zulüm, haksızlık, aldatma taş yemekten daha zararlı olmasına rağmen yıllarca sürdürülmüştür. (İlk çıkarım). Diğer taraftan insanın ihtiyacından fazlasını elinde tutması onun için taş yemek gibidir. İhtiyaç fazlasına konu olan şey sadece maddiyat değil, şefkat ve tevazu gibi duygulardır.(İkinci çıkarım)

İsmet Özel'in düz yazıları o kadar kaliteli ve aydınlatıcı ki, sanırım şiirlerine hiç geçemeyeceğim. Bu tür kitaplar hakkında yazarken oldukça zorlanıyorum. Üstelik bir çok fikrine tamamıyla katılmamama rağmen!

Kitap, her biri 2-3 sayfadan oluşan yazılardan oluşuyor. Yazılar; özgürlük, düşünce dünyası, yönetim sistemleri, insanlığın genel sorunları, huzur, inanç, iman gibi konular hakkında ve oldukça doyurucu. Doyurucu olmasının temelinde bence İsmet Özel'in ilginç bir kıvamı olan gerçekçi bakış açısı yatıyor. Meseleleri ele alış şekli ve yazılarında sunduğu bakış açısı alışılagelmişin dışında, bu nedenle de farklı bir perspektif sunuyor düşünce dünyası için.

Kitaplardan yaptığım alıntılar hem hangi konuların işlendiğine dair, hem de konuları incelerken oluşturduğu farklı düşünce şekline dair fazlasıyla bilgi verecektir.

'Diyorlar ki insanoğlu yoksulluğun, hastalıkların, mahrumiyetlerin kıskacında kaldıkça kendisinden beklenen gelişmeyi gösteremez. Bununla zımnen şunu söylemiş oluyorlar: İnsanlar maddi refah içinde olmakla, vücut sağlığını korumakla ve elinin erdiği, gözünün gördüğü, özlemini çektiği nesnelerin hizmetine sokmakla kurtuluşa erer.' Yani kurtulanlar zengin, istedikleri konumu ve maddi avantajları elde etmiş, 'sağlıklı' ve sorunlardan uzak insanlardır. İnsanın olmak istediği de bu olmalıdır, modern hayatın dayatılan en güçlü argümanı budur çünkü. Oysa göz ardı edilen yokluktan öğrenilecek şeylerin çokluğudur.

'Ahali, yani insanların çoğu sadece bir güçlükle karşılaştıklarında düşünür. Onun düşünme olarak bildikleri şey  bir zorluğu atlatmanın yollarını bulmak için kafasını çalıştırmaktır.' Toplumun büyük çoğunluğu insanlığın kanayan yaralarını görmek, onlara çözüm üretmek yerine kendi küçük dünyalarında çıkarlarına olabilecek şeyler hakkında düşünmektedirler. Bunun temel nedeni ise kendini önemli görmek ve bencilliktir.

'Türkiye'nin düşünce hayatı kendine mesele seçmemiş, bu yüzden ucuz, ucuz olduğu için de çarpık ve çarpıtıcı bir bir düşünce hayatıdır. Türkiye düşünce hayatına uşak olarak değil de öğrenci olarak girebilmiş olsaydı hem öğrenciliğin sonra erdiği bir zaman gelecek, hem de öğrendiklerini kendi özgün düşünce sistemin içinde bir yere oturtabilecekti.'

'İslam insana bazı sınırlar çizerken onu bir kalıpta dondurmak amacı gütmekten çok uzakta, onun bu sınırlar içinde bir hazineye kavuşacağını müjdelemektedir.'

'Eğer bizde yaşayan bazı manevi değerler bizim yeryüzünde niçin bulunduğumuza dair bize bir açıklama sunan ve insanların türettiği değerlerden farklı, insanüstü bir kaynaktan aldığımız değerlerse bunlar üstümüzden gök, altımızdan toprak yok olmadıkça yok olması imkansız değerler olarak yaşıyorlar.'

'Batının medeniyettir diye icat ettiği şeylerin bir bakıma tekabül ettiği şey Müslümanlar için dine bağlı olmanın dikkat çekmeyen bir belirtisinden başka bir şey değildi.'

'Belki Firavun piramitlerini kırbaç altında inleyen kölelerin emekleriyle yükseltti. Günümüzde olay biraz farklı. Köleler belki ben de Firavun olurum düşüncesiyle piramidin inşasına gönüllü olarak ve tebessüm ederek katılıyorlar.'

Gerçekten harika bir kitap bu, baş ucu eseri olarak saklamak gerekecek...














17 Ağustos, 2013

Bin Hüzünlü Haz

Kör birinin merdiven çıkışı gibidir Hasan Ali Toptaş okumak...

Yazarı daha önce okuyanlar daha rahat anlayabileceklerdir, hiç okumamış olanlar için ise yazarın tarzına dair bir okuyucusunun gözünden, gönlünden edindiği birikimlerden fikir edinebilirler. Yazımın amacı da kitaptan çok yazarın tarzını tanıtmak olacaktır. 

Hikayelerinde okuyucu akış ve kurgunun nasıl sonlanacağı ile ilgilenmez, bunun farklı nedenleri var. Okuyucunun hikaye veya romanın neredeyse tüm anlarında doğası gereği sahip olduğu kurguya yönelik o merak, baştan yüksek olsa da ilerledikçe kelimelerinin gücü altında ezilerek yok olmaya, daha doğrusu başka bir şekle girmeye mahkumdur. Kurgunun genel olarak önemini ve değerini inkar etmeyi doğru bulmuyorum. Hasan Ali Toptaş kitapları için kurgunun gidişatının okuyucu gözünde giderek önemini yitirmesinin ve bu merakın başka şekle dönüşmesinin çok önemli ve değerli sebepleri var. Bu özellik aynı zamanda okuyucu gözünde yazarın karakteristiğini oluşturuyor.

Daha anlaşılır bir şekilde ancak örnek ile açıklayabilirim. Kurguyu dış dünya gibi düşünürsek, hikayenin içinde kurguyu göz ardı etmeye ve hatta görmemeye bile başlamamızın sebebi; artık hislerin ve kelimelerin oluşturduğu büyülü dünyanın etrafımızı çok güçlü bir şekilde sarmasıdır. Bu güç bizi dış dünyadan (kurgudan) kopartarak bir anlamda kör olmamızı sağlar, oluşan duygu yoğunluğunun içine hapseder ve dış dünyada (kurguda) olanları görmeyiz. Böylece kelimelerin malzemesini oluşturduğu, hislerden yapılmış olan merdivenleri görmeden ama derinden hissederek çıkmaya başlarız. Zaten kitaplarının kurgularının genelde gerçeklik çizgisinden uzak ve soyut olması da, kelimelerden örülmüş bu varoluş ve kendini arayış sürecine bir nevi destek olur, pekiştirir. Bu nedenle yazarın kitapları beynin kıvrımlarında dolaşmaktan çok, ruhun kıvrımlarında dolaşarak, sıkışmışlığı daha da göz önüne sererek belki de tüm bu durumların anlamsızlığını vurgulamaktadır.

Alaaddin'ni arayanlar, Alaaddin'in farkında bile olmayanlar, aramaktan vazgeçenler, bulanlar... 

'Benim aradığım Alaaddin, suçtan arınmışlığından tedirgin olacak kadar suçsuz birisi.'

'Bazı alınları, hiç kimsenin tahmin edemeyeceği kadar kederli buluyordum sözgelimi ve onların üzerindeki çizgilerin  derinliklerinde, kimi zaman bebekler gibi mışıl mışıl uyuyan, kimi zaman toparlanıp ayağa kalkmak istercesine kımıldanan, kimi zaman da iri iri gözlerle bana bakıp duran çeşitli hikayeler görüyordum.'

'Sonra, kim bilir artık ben kapağını bile görmediğim kaç bin kitabın içinde aynı anda, hangi duygularla gezinirken, zaman birdenbire kuşlara dönüştü.'

'Bütün bunların hiçbiri olmaz da, siz neden anlatıldığını bile unutup belki yalnızca hikayeyi izler ve kendinizi tıpkı benim gibi, onsuz süren onun akışına bırakırsınız.'

Sadece okuyun...




11 Ağustos, 2013

Kendine Ait Bir Oda


Virginia Woolf'un kendi dönemi ve daha öncesini de ele alarak, kadınlar arasından neden erkeklerde olduğu kadar güçlü bir yazar veya şair çıkmadığı sorusuna cevap aradığı kitap. 

Ele alma ve irdeleme anlamında zor bir konu olarak gözükse de, gayet başarılı, net ve tatmin edici cevaplar veren (kısa olmasına rağmen) bir kitap. Kadınların 1800'lü yıllarda uğraştıkları ve toplumun onlardan yapmalarını bekledikleri işler düşünüldüğünde, bunlara eğitim şartları ve eşitsizlikler de eklendiğinde ana hatları ile kitap içerisinde cevabı aranan soruya büyük ölçüde zaten cevap verilmiş oluyor aslında. Yazarın ilginç analizleri, bakış açısı ve verdiği çarpıcı örnekler ile (özellikle ünlü oyun yazarı Shakespeare gibi bir deha çıkaramayışlarını da Shakespeare'in onunla yakın yaşlarda olan kız kardeşini de örnek göstererek) sistematik ve net bir şekilde açıklıyor. Başucu eseri denmesini anlayabildim, okuduktan sonra.

Zamanın değer yargılarının oluşmasında erkeklerin egemenliğinin etkisinin çok ağırlıklı olmasının neticesinde de kadın uğraşlarının 'önemsiz' olduğunun yaygınlaşması da ekleniyor. Bunun neticesinde ise roman ya da şiir yazmaya çalışan kadınlar, kendi dünyalarını kendi gözlemleri ile yazmaya değil de, erkeksi ve öfkeli bir yazı tarzına yöneliyorlar. Başarısızlığı getiren bu erkeksi yazı tarzı, aynı zamanda kadınların dünyasının, bakış açısının ve duygularının şiir veya roman yoluyla edebiyata istenildiği ölçüde taşınamamasına da neden olmuş.

'...Kabaca söylersek futbol ve spor 'önemlidir'; modaya düşkün olmak giysiler satın almak ise önemsiz.Ve kaçınılmaz olarak bu değerler hayattan alınıp kurmacaya taşınırlar. Savaşı konu edindiği için bu önemli bir kitap, diye karar verir eleştirmen. Bu kitapsa önemsiz, çünkü salondaki kadınların duygularını konu edinmiş.'

Eşitsizlik ve bazı haklardan yoksunluğa, kadın değerlerinin toplumda yer edinemeyişinin de eklenmesi ile oluşan öfke, bazı kadınların yazmasına engel olacak derecede büyük olmaktadır. Örneğin Charlotte Bronte gibi.

'...öfkenin romancı Charlotte Bronte'nin tutarlılığıyla oynadığı belliydi. Kendini hikayesine bütünüyle vermesi gerekirken onu bırakıp başka derdine düşmüştü. Hak ettiği deneyimlerden yoksun bırakıldığını hatırlamıştı. Başını alıp dünyayı gezmek istiyordu o, oysa bir papaz evinde ot gibi yaşayıp çorap yamamak zorunda kalmıştı. Öfkesi yüzünden hayal gücü yolundan sapıyordu...'

Tüm bu faktörlere ek olarak ve kapsayıcı bir şekilde dönemin yoksunluklarından biri olarak fiziksel bir yazma mekanının, özellikle kadınların çalışma/yazma odalarının olmayışı da ele alınmış, hatta kitaba adı buradan verilmiş. Yazara göre kendine ait bir odalarının olmayışı, sürekli insanlar ve işler tarafından yazma eylemi boyunca bölünmeleri ve hatta yazdıklarını diğer kadınlardan ve insanlardan saklamak zorunda kalışları da, maddi zorluklar ile birlikte kadınların o dönemde hatırı sayılır eserler çıkaramayışlarının sebepleri olarak aktarılıyor.